
Hatıralarla Dolu Bir Yolculuk
Senelerdir ayrı kaldığım İstanbul’u dolaşmaya doyamıyorum. Optik fuarını bahane ederek baştan pazarlığımı yapmıştım. Ailem, yakınlarını ve dostlarını görecek; ben de fuara gidecektim. Ama asıl niyetim İstanbul’u bir turist havasıyla gezmek.
Araba ile zorla kendimi Unkapanı Köprüsü’nde bıraktırdım.
—Baba, nereye istersen bırakayım? Hem fuar ters tarafta kaldı…
—Yok oğlum, yok, dedim.
Derken bir sinir bastı beni. Hem bu ısrarlar, hem de “oğlum” demek zorunda kaldığım için kendime kızıyorum. Alelacele arabanın ilk durduğu bir cepte kendimi dışarı attım. Ardımdan hanımın, kızımın, damadın neler konuştuğunu tahmin edebiliyorum:
—Ay, adam deli olmuş ayol. Ne vardı bizle gelse sanki…
—Babamı bilmez misin anne? Tufan’ın tarafından hazmetmiyor. Böylesi daha iyi.
Damatta içinden küfür ederek başını sallamıştır. Hiç umurumda değil. Ben gezmek istiyorum. Fuarı bile feda edeceğim. Mesleğe ilk başladığım yerlere gidecek, kaldıysa gözlük depolarını dolaşacak, Tahtakale, Mercan’da gezecek, Yeni Cami önünde turlayacak, Sultanahmet’e, Gülhane Parkı’na çıkacak, vapurla Kadıköy’e geçeceğim.
Bu düşündüklerime ben de inanmıyorum. 5-6 saatte bunların hepsini yapmak mı? Bak işte, Zeyrek’e, Cibali’ye gidecektim; küçük pazara geldim bile. Bu yolu bir daha dönemem. Olsun, onun yerine vaktim kalırsa Çemberlitaş’ta eskiden olduğu gibi sinemaya giderim.
Sahil yolundan geldiğim için kendimi Eminönü-Adalar vapur iskelesinde buldum. Adalar? Tabii ya! Sirkeci’ye nasıl olsa giderim. Adalar eskisi gibi mi acaba? Kınalısı, Burgaz’ı, hele babamın senatoryumda kaldığı Heybeli’si… Okuldan arkadaşlarla geldiğimiz Büyükada… Keşke Sevtap’ı da getirseydim. Ben ne bileyim böyle bir rota çıkacağını önüme? Olsun, onunla da gezeriz diyerek kalkmakta olan vapura bindim. Havanın güzel olması sebebiyle üst katta açık bir yere oturdum. Boğaz Köprüsü’ne, Kız Kulesi’ne, Çamlıca Tepesi’ne, boğazın bozulan silüetine dalarak gözlerimi kapadım.
Sonrasında karşımda Bulvar gazetesi okuyan, fötr şapkalı, Hulusi Kentmen tarzında pos bıyıklı bir adam gördüm. Koço’ya cam almaya giderken önünden geçtiğim manifaturacı Hanna bu. Hani camları koyduğum çantamın fermuarı bozulmuş, camlar yerlere saçılmıştı da, dükkanının önünde sigarasını içmekte olan bu adam:
—Çuçuğum, aşıksan nesen? demişti.
Beceriksizce camları yerden toplamaya çalışırken eliyle gel gel işareti yapmış, benimkine çok benzeyen, üzerinde “sinir ve çarpıntıya birebir Nevrol Cemal” yazılı, deri bir eczacı çantasını elime tutuşturmuş:
—Heder olmuş, daa ne uğraşırsan? demişti.
Denizin esintisi beni kendime getirmeli. Bu çocukluğumun aynı yaşta kalmış manifaturacısının burada işi ne? Dikkatli bakışlarımdan rahatsız olmayan bu adam keyifle sigarasını tüttürüyor. Vapurda sigara içmek yasak değil miydi? Ayrıca niye etrafta başka kimse yok?
Ne ara Kadıköy iskelesine geldik?
Sonra hafif kambur, uzun gri paltolu biri geliyor. Hanna’ya:
—Ule oğlum, ne yapısen? diyor.
Bu adamı da tanıyorum. Kadıköy’de bizim yan dükkanda kısa bir süre gümüş yüzük satan İlyas. Bahariye’nin gayrimüslümleri ona Eliyas derdi. Mardinli eski bir telkari ustasıymış. Bizim yan dükkandaki kuyumcuda çalışıyordu. Adalarda otururdu. Buna rağmen en erken o açardı.
—İyiyem vule! Sen ne yapısen? cevabını veriyor Hanna. Bu “vule”nin de “valla” demek olduğunu o günlerde öğrenmiştim.
Aristokrat giyimli Hanna ile hırpani giysili İlyas karşımda, Güneydoğu’nun en kaba ve sevimli aksanı ile beni umursamadan sohbet ediyorlar:
—Hanna abi, sonra müşteri geldi. Bana dedi ki, bu fiyat çok pahalı. Sen madem ki Süryanisen, bana gavur indirimi yap.
—Yaptın?
—Ne yapacağım? Sen Alibaba’dan, Amazon’dan gavur indirimi alıyorsun ki, benden istesen?
Çok saçma her şey. Ben 60 yaşıma geldim, bu adamlar hep aynı. Hem bunlar internet, sanal alışveriş görmediler ki…
Sonra çıraklık arkadaşım, at hırsızı Selami’yi görüyorum. Her zamanki gibi vapuru kaçırmamak için koştuğu belli. Soluk soluğa gelip yanlarına oturuyor.
Bu arada mor tayt ve eteği ile bir kadın karşıma geçip, Selami’nin yanına oturuyor. Bir yandan Selami ile sohbet ederken öte yandan elindeki cetveli bana doğru sallıyor:
—2109 Metin, kambur olma, düz otur.
Mehmet Beyazıt Lisesi’nden biyoloji hocam Münerver Hanım. Öldüğünü duymuştum. Burada ne işi var? Gerçi o da Adalar’da oturuyordu…
Tüm bunlar ne demek oluyor? Kişisel tarihimde bunlardan daha önemli ve değer verdiğim insanlar varken, yokluklarını hiç duymadığım bu insanların burada işi ne?
“Hadi beyim!” diyerek beni sarsan bir görevlinin sesiyle uyanıyorum. Büyükada’ya geldik. Son durak.
Uykuda geçirdiğim tüm saatler boyunca hiçbir adayı göremeden Büyükada’ya gelmişim. Hava da bozmaya başladı. Büyükada’daki bir cafeye oturdum. Ada’yı dolaşacak motivasyonum kalmadı. Hava bozacak gibi. Bu günü böyle geçirmek istememiştim. Gezecektim, görecektim; tüm kalabalıklığına, değişen demografik yapısına, bozulan yaşam kalitesine, trafiğine rağmen bu gözler İstanbul’un iyi yanlarını, geçmişten kalan güzel yönlerini görecekti. Her fırsatta ben İstanbul’u sevmiyorum diyen bu diller, “yok ya, İstanbul yine güzel, hâlâ güzel, her şeye rağmen güzel” diyecekti.
Ama güzel bir gün geçirme gayretim boşa gitti. Anladım ki ben İstanbul’un değil, çocukluğumun ve gençliğimin peşine düşmüşüm. Bugün 44 numara ayakkabılarımla bastığım kaldırımlarda, 37 numaralı ayakkabılarımın izlerini arıyorum.
Metin TURANLI









